?>

Behire ve Naşid

Behire’nin sabrı tükeniyordu. Elindeki kitabı sedirin üzerine fırlattı. Okuduğunu bir sis arasından görüyor, anlamıyordu. Sinirli adımlarla odada dolaştı. Piyanonun müdevver (yuvarlak) sandalyesine oturarak notaları karıştırdı. Bir şey çalmak istedi fakat parmakları itaât etmiyordu. Kızdı… Vaz geçti.
Taksimde Behire’nin pederi Nusret Bey tarafından beş sene evvel inşa ettirilmiş büyük kargir (Taş tuğla veya betondan yapılmış duvarlar üzerinde kurulu olan yapı) binanın arka cihetinde bulunan bu oda genç kızın hücre-i tahayyülü idi. Oraya yapayalnız çekilir, kendi eliyle intihab (seçmiş olduğu) ettiği narin ve kibar eşya ile seve seve sakladığı müteaddid (özenle seçilmiş, sayılmış, adanmış) kitaplar arasında mütalaâ eder, musikiye çalışır, yahud da pencereden gözüken İstanbul’a, Marmara Denizi’ne, Boğaziçi’ne bakarak nazarlarını okşayan meselsiz (emsali olmayan) mütenevvi (çeşitli) levhalar karşısında uzun uzun düşünürdü. Bazen de bu hücre-i mahremiyetine samimi refikalarıyla saatlerce kapanır, edebiyata, musikiye şimdiki halde uzaktan sanki nim (yarı) şeffaf bir perde arkasından seyrettiği hayata dair konuşurdu. Ve onun indinde (nazarında, gözünde) en tatlı dakikalar böyle münakaşât ile dolu olanlardı.
Fakat bugün, pek muazzez (sevimli) bir refikasıyla (kız arkadaşıyla) beraber olduğu halde, Behire hiç şen ve geveze değildi. Bir koltuğa gömülmüş, Behire’nin harekâtını mütebessimâne (tebessüm ederek) takip eden Matmazel Nikolet Darvil; uzun boylu, açık kumral saçlı, daima neşeli bir lemâ-i zekâ ile (parlak zekâ) parlayan koyu mavi gözlü, zarif bir genç kızdı. Nikolet’in pederi Fransa sefarâti (başka ülkelere gönderilen kimseler, seferi olanlar) erkânından bir zat idi ki senelerden beri İstanbul’da bulunuyordu.
Behire genç Fransız kız ile <Notr Dame de Sion / Notr Dam de Siyon> mektebinde bulunmuş ve şehadetnâmelerini (diplomalarını) alalı üç sene olduğu halde, aralarındaki dostluk asla sektedâr olmamıştı.
Bu sırada söylenecek lakırdının, beyan edilecek fikrin faidesiz hatta muzır olabileceğini takdir eden Nikolet ağzını açmağa cesaret edemiyordu. Zaten refikasını pek iyi tanıdığı için şuna emin idi ki Behire, şimdi gelecek aguş-u samimiyetine esrar-ı kalbini dökecekti. Zira hüzün ve endişe zamanlarında biraz asabi olan Behire, çok geçmeden müfekkiresinin kuvveti, hissiyatının safveti sayesinde itidalini bulur, refikaları meyanında bir mevki-i mümtaz işgal eden <İngiliz Behire> olurdu.
Hakikaten de öyle oldu. Behire, dalgın ve sâyedâr büyük siyah gözleriyle bir müddet pencereden dışarıya baktıktan sonra Nikolet’in yanına geldi. Dolgunca olmasına rağmen ince ve nazik görünen vücudunun bir inhina-i zarifiyle eğildi. Refikasını iki yanağından öperek düzgün bir Fransızca ile; Nikolet! Beni mazur gör dedi, merak ediyorum ne yapacağımı bilmiyorum.
Behire’ye <güzel> denemezdi. Teni biraz esmer, dudakları solgun ve kalınca idi. Lakin Behire’den öyle musahhar bir hava-i asalet intişar ederdi ki, onu görenler bahusus yakından tanıyanlar hislerini ifade edebilmek için <güzel> kelimesinden başka daha munis ve daha yeni bir tabir bulmak ihtiyacını duyarlardı.
Nikolet serzenişkâr fakat handan bir nazarla Behire’ye bakarak cevap verdi; Beyan-ı mazeret edecek ne var? Senin bu hallerine çoktan alıştım. Fakat sen yalnız ne yapacağını değil ne yaptığını da bilmiyorsun. Etvarınla büyük bir sıkıntıda olduğunu gösteriyor, halbuki bir türlü sebebini anlatmıyorsun.
Nikolet, hakkın var. Fakat sana söylemek istemiyorum zannetme. Senden hiçbir şey gizlemem pek iyi bilirsin. Bak ne oldu…
Behire bir sandalye çekti, Nikolet’in yanına oturdu. Müterennim ve biraz titrek sesiyle vakıâyı hikâye etti;
Bilirsin ki Naşid Bey eskiden beri serbest yaşar, gerek ecnebi ailelerinde, gerek sefaretlerde verilen müsamerelere devam eder ve buna kimse itiraz etmezdi. Bu hale hatta sen de şaşarak “Nasıl oluyor derdin tümden ve terakkiyi ima eden her hareket, her bir söz men’ edilmiş iken, nasıl oluyor da Naşid Bey keyfine göre ömür sürüyor?” Biz de bu suale vadıh bir cevap veremezdik. Esasen hükümetin birbirine zıt, gülünç ve feci harekâtına akıl erdirmek kâbil değil ki! İşte, dün akşam iş bütün bütün değişti. Naşid, pederi ile birlikte bize gelmişlerdi. Gece saat dört vardı. Bir herif kapıyı çaldı, “Naşid beyi zabtiye nazırı istiyor” dedi. Tabii hepimiz telaş ettik. Suâd Paşa “Merak etmeyin, ben de oğlum ile beraber giderim, bize kimse dokunamaz!” diyerek bizi teskine çalıştı. Naşid fevkalâde me’yus ve müteneffir görünüyordu. Benim yanıma yaklaştı; “Behire, bilsen şimdiden nasıl isyan ediyorum. Zabtiye nazırı denilen o menhus köpeğin önüne çıkmak… Budalaca… Sözlerine cevap vermeye mecbur olmak… Yalnız bu yeter! Ah onların hepsini… hepsini…” dedi.
Görseydin Nikolet, Naşid bunları söylerken ne kadar mert ve asil bir güzellikle güzeldi. Suâd Paşa ile oğlu hemen gittiler ve daha bir haber alamadık. Nasıl merak etmem? Çıldırmak bir şey değil…
Behire telaş etmekte haklı idi. Nikolet bunu pek âlâ anlıyordu. Mâ haza (bununla beraber) refikasını biraz teskin etmeye çalıştı; “Naşid Bey nerede ise şimdi gelir. Madem ki Suâd Paşa da beraber gitti, zannederim merak etmeye mahal yok” dedi.
Behire başını salladı, bir hiss-i gayz ile dudaklarını büktü. Hükümetimizin doymayan, kanmayan o müthiş canavarın şimdiye kadar irtikâb ettiği cinayetleri işitmiyor musun? Onun nazarında Suâd Paşa’nın ehliyeti, Naşid’in kıymeti hiçtir. İkisini de mahvetmek pek kolay. Tasavvur et! Öyle bir şey olursa ben ne yaparım? Naşid’in kalbimde işgal ettiği mevki ne derece mühimdir sen biliyorsun…
Behire bunu söylerken aczinden kıvranıyor, Nikolet’in yüzüne istinâd ve teselli arayan bir nazarla bakıyordu. Karşısındakine lakırdı söylemeye vakit bırakmadan devam etti; Sükuttan, Sükutun ilhamât-ı muazzibesinden korkuyor, söylemek, muttasıl söylemek istiyordu. Bu ihtiyaca ittibaen ve bir tevde-i hatırât (hatıra yığını olarak) ihya ederek Nikolet’e uzun uzadıya anlattı. Şüphesiz Nikolet bunların ekserisine çoktan vakıftı ama Behire dikkat etmiyordu.
Behire ne kadar zamandır Naşid’e kalben merbut idi. Ondan başkasını zaten sevmemiş, tekmil hiss u fikrini, ihtiyaç-ı ruhunu münhasıran ona tevcih eylemişti. Onlar hemen beraber büyümüşlerdi. Suâd Paşa ile Nusret Bey pek eski ve birbirine pek sadık iki dost idiler. Nusret Bey, Adana valiliğinden istifa edip şûra-yı devlet âzâlığına İstanbul’a yerleşince Behire ile Naşid’in aileleri sık sık görüşmüşlerdi. Ve işte yedi senedir bu iki namuslu ve kibar Türk ailesinin münasebâtı aynı muhabbetle devam ediyordu.
Naşid’i ilk tanıdığı zaman Behire on iki, on üç yaşlarında bir çocuktu. Naşid ancak yirmisini geçmiş, mekteb-i harbiyenin zadegân sınıfına devam eden bir delikanlıydı. Fakat Naşid, kendi sınıfında bulunan paşazâdelere pek benzemezdi. Büyük bir hahişle derslerine çalıştıktan sonra hususi muallimlerle Fransızcayı iyi öğrenmiş, hatta garbın şairlerini, hikâye nuyislerini, münekkıdlerini (eleştirmenlerini) feylesoflarını merak ve muhabbetle okumuştu. Tezyin-i zihin etmeye daima pek haris idi. Ta o vakit Behire, bu yakışıklı genç askere karşı bir incizâb-ı tıflane duyar, onun yanına serbestçe sokulur, suallerine bir tebessüm-ü memnuniyetle cevap verirdi. Ve Behire büyüdükçe o muhabbet te gizli ve mütemadi bir terakki ile büyümüş, nihayet bir gün Behire anlamıştı ki Naşid kendisi için mültefit ve hatırnevâz bir dosttan ibaret değildi. Behire hissiyâtını vuduh-u hakikisiyle keşif ettiği akşamın teferruâtını hatırlıyor, o teferruâtı Nikolet’e hikâye ederken, maziyi ihya ettiğimiz zaman duyduğumuz hüzün ve teessüfle karışık garip zevki tanıyordu.
Bundan üç sene evvel yani 1903 senesinin ağustosunda idi. Behire henüz mektebden çıkmış bulunuyordu. O sene yazı Çamlıca’da geçiriyorlardı. Bir akşam Naşid ile Güzin hanım, Behire ile pederi Nusret bey hep beraber gezmeye çıkmışlardı. İstanbul’un âlem-i kibarânesinde hüsn-ü âniyle (olgunlaşmış güzelliği ile) meşhur olan Güzin Hanım Naşid’in uzak akrabasından genç bir dul idi. Göksuyu’nda üç çifte süslü kayığına kurularak kestane renginde gözlerinin kibirli bir nazarıyla etrafı süzen Güzin hanımın letafet-i simasına meczub olan, dest-i izdivacını talep eden beyler çoktur. Lakin genç dul hiçbirine rûy-ı iltifât göstermemiş, bunu istizah edenlere şu tarzda cevap vermişti; “Korkarım bütün bu küçük beyler saçlarımın değil, kocamdan kalan liraların cazip sarı rengi için etrafımda dolaşıyorlar. Esasen ömründe bir defa bile evlenmek çok değil mi? Muhabbet meselesine gelince oğlum Sermed’in muhabbeti bana kâfi”…
Güzin hanımın bu nazariyelerini anlatan Behire, gülerek ilave etti; Güzin Hanım, tekmil-i muhakemelerini, tekmil-i kararlarını alt üst edecek olan kimseye, Dâver Bey’e daha o zaman tesadüf etmemişti.
Hep beraber gezmeye çıktıkları o akşam, sıcak bir yaz gününün yalgın ve hülyadâr bir hatme-i bediâsıydı.
Küçük Çamlıca’nın yeşil tepesini ihata eden uzun boylu ağır adımlarla, önlerine yeşil ovalarını, mai sularını ve uzaklardaki mor sisli dağlarını seren cazibedâr manzarayı seyrederek takip ediyorlardı. Naşid, Güzin Hanım önde epeyce ileride idiler. Ne konuştuklarını işitmek Behire için kâbil değildi. Yalnız ara sıra müterennim bir kadın handesi yahud da Naşid’in şen ve patırtılı kahkahası, meseretli bir şeyden bahis olunduğunu haber veriyordu.
Behire babasının yanında sakit ve mütefekkir yürüyor, sebebini tayin edemediği belki de etmek istemediği derin bir hiss-i tecessüs ile onların en ufak harekâtını uzaktan tedkik ediyordu. Bir aralık Naşid, refika-i seyranına biraz fazla yaklaştı. Kemâl-i ehemmiyetle ciddi ve kahkahasız konuşmağa devam etti. Naşid’in bahsettiği mühim mesele ne olabilirdi? Behire tahmin edemiyor, acayip olmakla beraber kâbil-i inkâr olmayan bir azab-ı derûnu hissediyordu. O derecede ki simasının rengini birdenbire değişmiş gören pederi Behire’ye sormuştu.
-Nen var kızım? Benzin pek uçuk… Rahatsız mısın?
Behire; “Hayır ehemmiyetsiz… Biraz başım dönüyor” gibi hazır bir cevap verirken derin bir ihtiyac-ı bekâ (ağlama ihtiyacı) ile dudaklarını kısıyordu.
O gün ilk defa olarak bekaret-i ruhunu lekeleyen o kıskançlık, çocuk hislerinden tamamıyla ayrılan o muazzeb kıskançlık Behire’yi ikaz etmiş, sanki tecrübedide bir his kendisine “Artık itiraf et, Naşid’i seviyorsun. Duyduğun bu küçük azab <aşk> denilen menfur ve perestide kuvvetin ilk selam-ı iltifatıdır” demişti.
Eve avdet edince Behire, dayanamamış Naşid’in yanına giderek yarı latifecu, yarı sitemkâr bir ifade ile demişti ki; bu günkü seyranınızdan pek memnunsunuz değil mi Naşid bey? Güzin hanım ne hoş ne pürgû bir kadın! İkiniz mükemmel bir çift geveze idiniz… Affedersiniz bir çift natıka-ı perdâz diyecektim…
Naşid, Behire’nin sözlerine ciddi bir teessürle cevap vermişti; “Beni mahzun ediyorsunuz. Sizin en ufak bir şikâyetinizin benim için ne kadar mühim olduğunu bilmiyor musunuz?”…
Bunu söylerken Naşid, kendisine öyle bir nazar-ı perestiş ile bakmıştı ki, Behire o cümlenin aslını bulmakta güçlük çekmemişti. O nazar “Seni ne derin bir aşk ile sevdiğimi halen anlamadın mı?” demek istiyordu.
İşte bahusus o günden itibaren Naşid, Behire’nin nişanlısıydı. Bunu herkes bilir. Zımnen tensib ederdi. “Notr Dame de Sion”da iken Behire, sınıf arkadaşı Nikolet’e ekseriya Naşid’den bahseder, onun hususiyetine, malumatına, nezaketine dair tafsilât verirdi. Hatta Nikolet, bazen Behire’ye takılır “Dikkat et, çok medh etme… Naşid beye ben de âşık olursam fena olur!” derdi.
Behire birdenbire sustu. Gözlerini yere atfetti. Uzun kirpikleri bir sâye-i endişe ile büyük siyah gözlerini daha muzlim (kara) yapıyordu. Hafifçe içini çekti…
Ah Nikolet, seninle böyle bir şey olmamış gibi konuşurken tarif edilemez bir korku kalbimi sıkıyor. Nikolet nikbin görünmek istiyordu.
-Korkma, hiç korkma… Naşid Bey mutlaka şimdi gelir. Yalnız benim düşündüğüm şundan ibaret; Düğününüzü ne vakit göreceğim? Çok acele ediyorum. Zira ikiniz ne gıbta edilecek bir timsal-i muhabbet teşkil edersiniz! Beyoğlu’nda kaç kadın tanırım ki sana hased ediyor ve edecek…
Behire merak ve kederine rağmen gurur-u nesevviyetini (kadınlık gururunu) unutamadı.
Nikolet! Doğrusunu söyle Naşid’in bir ma’şukası yahud hiç olmazsa bir müntehab tanıdığı yok mu?
Sana kaç defa tekrar ettim. Naşid bey gerek genç kızlarla gerek madamlarla daima mültefit nekregû lakin eminim o kadar… İlerisi yok. Senin muhabbetin her türlü meyil ve davete aşılmaz bir manidir.
-Mübalağa etme! Sizin şık madamlarınız hatta genç kızlarınız cazibe ve işve hususunda şüphesiz pek mahirler. Köşe-i inzivalarında yaşayan İslam kadınları sizlerle nasıl rekabet edebilecek?
-Nasıl mı? İffet ve nezahetiniz, vefa ve şefkatiniz ile…
Rahibelerin teftişinden bin desise ile kaçırarak ta mektepten beri okuduğun Fransızca ve İngilizce romanlarda hayat-ı kibarânemizin mahiyetini yani gülünç bir temaşa olduğunu görmedin mi? Yemin ederim hakikat te öyle… Ya Beyoğlu’nda, şu avuç kadar büyük mahallenin içinde dönen dolapları, yapılan dedikoduları işiterek istikrah etmemek mümkün değil. İşte en küçük bir misal; Geçen gün şehrimizin tekmil tanılmış aileleri aynı surette yazılmış bir mektup alırlar. Bu mühim tahrirât-ı umumiyede falan madamın dostları birer birer ta’dad edildikten sonra onunla görüşmenin caiz olamayacağı halisâne ihtar ediliyordu. Ne dersin Behire bize gıbta edecek bir şey var mı?
-Haklısın, pek haklısın. Naşid bile bundan bahsedince kaç defa “Ne kir, ne riya” diyerek omuzlarını silkerdi… Baloda hemen beline kadar çıplak, hissen ve fikren sizden pek uzakta bulunan bir takım kadınlara sarılarak raks etmek, bunlardan birini beğenerek daha doğrusu müsaâdekâr bularak, genç kız ise bir müddet eğlenip izdivaçtan sonraya zımnen ta’lik olunan nimetleri hazırlamak, evli ise kocasına bazen samimi dostunuz olan bir adama hıyanet etmek… Bütün bunlar akla sığmayan ne fena haller. Bununla beraber Naşid takbih ettiği bu alemin en parlak müdavimlerinden biridir. Tarz-ı hareketini izah eden cevabı da hazır; Zaten dünya azim ve hallolunmaz bir muâmma. O muâmmayı anlamadan yaşamaya mecburuz. Hiç olmazsa teferruâtını yakından görmek, yakından tedkik etmek pek şayan-ı dikkat değil mi? Her şey gibi o hayatın da iyi ve fena cihetleri var. Lakin bu adetlerin iyi netaici fena cihetlerine pek faik olmalı ki terakki eden her millet onları kabul ediyor… Ne yaparsınız? Tabiât-ı beşerî, icabât-ı medeniyeyi değiştirmek kâbil değil ki… Sonra da nasıl olsa hepimiz mağlub olduğu zevklerden bahsetmiyoruz! Her halde mühim nokta o alemin parlak sathı altında mahfuz olan levs ve riyaya mümkün mertebe sürünmemeye gayret etmektir. Biz haram sayesinde o levs ve riyaya bilmecburiye az temas ediyoruz. Tabii bu pek büyük bir kâr.
-Lakin Nikolet insaf et…
Behire o mühim mesele-i hayatiyeye dair düşündüklerini kim bilir kaçınca defa olarak mufassalen ve hararetle anlatacaktı. Behire bu içtimai za’fımızı daima düşünmüş, bir çok eserlerin mütalaasıyla bir silsile-i nazariyâta sahip olmuştu. Kendi seviyesindeki diğer genç hanımlar arasında fikirlerini öteden beri kabul edenler pek çoktur… Fakat Behire akrabasına düşündüğünü söylemezdi. Onların itikadâtını zerre kadar rencide etmeye razı değildi. İşte validesi Leyla Hanım kapıyı açıp odaya girer girmez Behire sustu. Leyla hanım elli yaşlarında uzun boylu, halen güzelliğini muhafaza edebilmiş sevimli bir kadındı. Nazik teninin ancak mahsus olan solgunluğu o kadar maharetle tazelenmiş, kırmızıya mail sarı saçları arasında peyda olan birkaç beyaz tel ve o derece dikkatle gizlenmiş idi ki, Leyla hanımın <güzel görünmek> arzusundan vaz geçmediği anlaşılıyordu. Zaten hafif sürmeli, mütebessim ve parlak kestane ve yeşil gözlerine harr u dilnevâz bakışı Leyla hanıma hak verdirirdi.
Otuzundan sonra öğrenilmiş Fransızcasıyla bir çocuk telaffuzu andıran şivesiyle Leyla Hanım matmazel Nikolet Darvil’i selamladı:
-Sizi ciddi bir mübaheseye tutuşmuş buluyorum. Acaba ben de dinleyebilir miyim? Behire acele atıldı…
-Naşid beyden bahsediyorduk. Daha bir haber alamadık. Merak ediyorum anne!
Leyla hanım gülerek kızının bir eklil-i hariri gibi duran kumral saçlarını okşadı:
-Korkma kızım, Naşid Bey kaybolmadı. Yarım saattir selamlıkta babanın yanında bulunuyor. Birazdan tabii buraya gelir.
Behire’nin saçlarını okşarken Leyla hanımın gözleri vadıh bir lemâ-yi muhabbetle parlıyordu. Nikolet bir eliyle koyu laciverd renginde son moda redingotunun eteklerini düzelterek bir eliyle de ince peçesini indirerek gitmeye hazırlanırken;
-Bak Behire dedi, hanım efendi seni ne kadar çok seviyor. Nusret beyin kerimesi olmak büyük bir saâdet… Her halde ben pek isterdim.
Hakikaten de Leyla Hanım yirmi beş yaşında büyük oğlu Celalettin’i kaybedince tekmil-i kuvva-yı tehassüsünü yegâne evladı Behire’ye hasır etmişti. Onun her türlü arzusuna muvafakat eder, hiç hatırını kırmazdı. Zaten Behire’nin arzuları pek nadiren makuliyet dairesinden harice çıkmıştı. Behire’nin kuvva-yı muhakemesi ve bahusus izzet-i nefsi kendisini hafif meşrepliğe, münasebetsizliğe düşmekten daima men’ ederdi. Kağıthane, Kuşdili, Göksu mesirelerinde gülüşen, işaretler ederek harf endâzlara rûy-i iltifât gösteren küçük hanımlardan bahis olununca Behire bir mana-yı teryif ile dudaklarını bükerdi:
-Anlamıyorum!
Kızınızı ecnebi kadınlarla çok görüştürüyorsunuz. Bu pek tehlikeli değil mi diyerek, o günlerde İstanbul’da olan bir vakıâ-yı intihar-ı elimi hatırlatmak isteyenlere Leyla Hanım sarsılmaz bir itimad ile:
-Behire’yi tanıyorsunuz… diye cevap verirdi. Evet, Leyla Hanım kızını perestiş edercesine severdi. Bir zaman Behire Nikolet ile bir buçuk ay yatmıştı. İşte bu kırk beş gün Leyla hanımın ömründe bir asır-ı musibet yerine geçmişti. Çocuğunun baş ucundan ayrılma, kanepenin üzerinde ancak bir iki saat uyur, Behire’nin en cüzî harekâtını merkuziyyet-i mardiyye ile takip ederdi. Bu hastalık günlerini Leyla Hanım hatırladıkça mehûf (korkunç) bir manzaranın karşısında imiş gibi titrer, o fena ru’yeti bütün kuvvetiyle kovardı.
Şu dakikada Nikolet’in cümle-i iltifâtı üzerine kalbinin derin bir köşesinde bir damar sızlanmış “Evet, Behire’yi seviyorum ve muhabbetimin vusâti beni korkutuyor. Ya rabbi Behire’mi sana tevdi’ ediyorum” tarzında bir temenni ve duâ ile mukabele etmek arzusunu duydu. Mâ mâfiyh Nikolet’in sözlerine “sakın madam Darvil duymasın” latifesiyle mukabele etmeyi kâfi gördü. Behire Nikolet’in gitmesine itiraz ediyordu:
-Nasıl, gidiş mi? Yoo…Hiç olmaz, daha pek erken. Hem bizimle yemeğe kalsan ne var sanki? Konuşurduk, beni tesliye ederdin.
Behire müsaâde et. Bu gece Senyör Polo’ların verdiği baloya davetliyim. Gitmemek olmaz. Artık tesliyeye ihtiyacın yok ki… değil mi, hanım efendi?
Nikolet, Leyla hanımın elini sıktı. Behire ile öpüştü ve şuh bir kahkaha ile gülerek odadan çıktı.
Behire, refikasını teşyi’ edip avdet edince:
-Nikolet ne müstesna bir kız! dedi. Doğrusu, mektepte olsun, dışarıda olsun tanıdıklarımın hemen en safı ve en samimisi.
Leyla hanım teessüfle cevap verdi:
-Matmazel Nikolet şimdilik pek samimi pek saf. Lakin böyle kalabilecek mi? Bu gece bir müsamereye davetli olduğundan bahsediyordu. İşte bu tarzda eğlencelere devam ettikçe seve seve seyrettiğimiz bu şükûfe-i asâlet zehirlenmeyecek mi?
-Yine mübalağa ediyorsun anne… Hem bu sefer şairâne bir mübalağa. Seni temin ederim ki o zehirli havaya dayanarak pak ve namuskâr kalmak imkân haricinde değil. Bu tabiata, isti’dada bağlı bir mesele. Devam etmiyorum, bu anda beni meşgul eden daha ehemmiyetli bir şey var; Naşid beyi niçin zabtiye kapısına çağırdılar bilmek istiyorum, sabırsızlanıyorum.
-Dikkat et, biraz gayret edersen Naşid beye, pederinin yanına gittiğinden şikâyet edeceksin.
-Etmem.
Naşid kapının eşiğinde durmuş, gülümseyerek iki kadına bakıyordu. Behire sevincini zabt edemedi.
-Ohh, nihayet… diyerek koştu… Naşid’i elinden tutup çekti:
-Anlat, rica ederim, çabuk anlat. Ne oldu? Bunalıyorum. İyi ki Nikolet ile biraz mübahaseye daldık da kendimi unuttum, yoksa…
Naşid gülüyor, çocuk gibi itaât ederek Behire’nin yanına oturuyordu.
-Hiç olmazsa bırak ta annenin elini öpeyim.
Leyla Hanım nişanlıları yalnız bırakmayı münasib gördü:
-Şimdiki halde Behire’den başka kimse ile meşgul olmanız gayrı kâbil. Ben çıkıyorum. Gelip üçüncü defa olarak sergüzeştinizi bana da hikâye edersiniz, olmaz mı Naşid Bey?
Naşid, Behire ile yalnız kalınca sevgili nişanlısının narin elini avucunda sıkarak;
-Ne olacak, dedi. Nefretle gülünecek bir hadise. Hiçbir şeye şaşmayan ben bile ağzı açık kaldım… Dur bakalım, bulabilecek misin?
Naşid öyle kimselerden idi ki onları uzaktan görmek mümtaziyet-i hilkatlerine kalben emin olmaya kâfidir. Mütenasip uzun vücudunun tekmil harekâtında bir serbestî vakur, giyinişinde kibar bir sadelik vardı. Bir reng-i ceyedetle penbeleşen beyaz simasından büyükçe gözlerinin mebzul kirpikleri altında parlayan zeki bakışından hoş bir cazibe intişar ederdi. Ve Naşid ile görüşmek, zevahiriyle verdiği hüsn-ü zannı tekzib etmezdi. Bilakis… Fıtraten rakik bir ruha, münevver bir zekaya malik olan bu genç ve şık kol ağasını hemen herkes severdi. Lakin arkadaşları Naşid’i hodbin, hatta biraz fazla hodpesend bulurlardı. Bu fikir, hakikaten pek te uzak değildi.  Naşid’in hissiyatına hâkim olan kuvvet, hayattan mümkün mertebe istifade etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamak arzusuydu. Bu arzusuna en çok hizmet eden cihet te irade-i şahsiyeye olan itikadı idi. Pek müşkil teşebbüslerde bulunduğu zaman itiraz eden kimselere hiç tereddüt etmeden hayret verecek bir nikbînlikle:
-Cidden istedikten sonra dünyada muvaffak olunmayacak ne var? diye cevap verirdi. Ve tesadüfün harik ül-âde muâvenetiyle mi yoksa bir hassa-yı müstesnanın yardımıyla mı yahud daha doğrusu emeline vasıl olmak için sabit ve muannid olarak çalışmasıyla mı, nedir? Hemen daima muvaffak olurdu. Lakin şunu da ilave etmeli ki Naşid, gayet serbest fikirli olmakla beraber müdebbirâne hareket eden nadir gençlerdendi. Bunu pek âlâ bildiği cihetle, Behire Naşid’in bir münasebetsizlik yapmadığına emindi ve nişanlısının suâline cevaben omuzlarını kaldırıp dudaklarını büktü. Naşid devam etti:
-Mümkün değil tasavvur edemezsin. Bak nasıl oldu; Buradan doğru bab-ı zaptiyeye gittik. Saat beş vardı. Kirli ve kırık birkaç koltuktan başka mefruşâta malik olmayan sefil bir odada epeyce bir zaman durduk. En namuslu ve en muktedir askerlerimizden biri olan Suad Paşa ile kol ağası Naşid Bey odayı dolduran hırsızlar, katiller, sarhoşlarla beraber beklediler. Yarım saat sonra Nazır Paşa’nın huzuruna kabul olunduk. Paşa hazretleri pederime büyük bir eser-i hürmet olarak yerinden kımıldanır gibi oldu; “Niçin rahatsız oldunuz? Mahdum Bey’e mühim bir meseleden bahsetmek icab etti de…” diye başlayarak hiçbir tehlikenin mevcut olmadığını temin eyledi. Nihayet o mühim meseleyi kemal-i ciddiyetle îzah etti:
-Geçen gün dedi, Fransa sefaratinde bir baloda Naşid bey şân-ı askeriyeye yakışmayan bir kıyafette gitmişler…
-Ben hemen tashih etmek istedim <bal costumé> idi. Tabiri anlayıp anlamadığını bilemem lakin bendeniz âdi müsamere elbisesiyle bulunuyordum. Renkli bir kostüm giymeye tabii cesaret edemezdim…
-Hayır, renkli elbiseden bahsetmiyorum. Arkanızdaki şey siyah imiş fakat önü açık ve arkası kuyruklu… Anlıyorsun ya…
Behire, firak murad olunuyordu. Sonra Paşa hazretleri asıl meselenin mühim noktasına geçerek ilave etti ki beni çoktan takip ediyorlarmış ve işte o akşam sefaret müsteşarıyla uzun müddet gizli gizli konuştuğumu kaydetmiş. Halbu ki zat-ı şahane böyle benim gibi şüpheli adamları sevmezmiş… Nazır Paşa bu tarzda uzun uzadıya söylendiler ve nihayet birçok tenbihât hayır handa (nasihat vâri konuşma) bulunduktan sonra pederimin hatırı için bu sefer beni de meseleyi meskut tutacağını va’d bulunmak lütfunu diriğ etmediler.
Lakin bu şikayetler bir daha tekrar ederse… Ve zabtiye nazırının sadâsında öyle derin ve korkunç hırıltı vardı ki neticesinden kendi de her nevi cinayetleri itidal ve lakaydı ile irtikab eden zat-ı muhteremleri de titrediğini ima ediyordu! Gülmeden katılmak hevesini duyarken diğer taraftan ağlaya ağlaya çıldırmak ihtiyacı ruhumu eziyor, Nazır Paşa’ya teşekkür ederek çekilirken boğuluyordum. Tabancamı çekip karşımdaki cahil herifi gebertmek her halde bir sevap idi. Fakat düşündüm; onu öldürmekten ne çıkacaktı? Bütün ötekileri kim def edecekti! En müsamahakâr davrandıkları bir genç böyle bir muamele görürse başkalarına ne yapmazlar? Behire, rica ederim, söyle! Bu şerait dahilinde nasıl yaşanır? Bu ömür değil bir kâbus… Müthiş bir karihası olan bir efsane nûyisin bile tahayyül edemeyeceği korkunç ve müstekreh bir rüya! Ben bu kabustan artık kurtulmak, kaçmak istiyorum ve kaçacağım. Zulüm ve hakaret, tecessüs ve hıyanet mikroplarından temizlenmiş saf bir hava teneffüs etmezsem ciğerlerim zehirlenecek, parçalanacak zannediyorum…
Naşid, büyük bir feveran-ı hiddetle söylüyor, rogani çizmelerinin haşin adımlarıyla odada bir baştan öbür başa dolaşıyordu. Behire kanepenin bir köşesine gömülmüş, ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Saâdetini, ümitlerini zîr u zeber (alt üst) edecek bir vakıânın zuhurundan korkuyor gibiydi. Bahusus Naşid’in telaffuz ettiği son cümleler, kaçmaktan bahseden kin ve nefretle dolu sözler, Behire’nin havf-ı derunisini (derin korkusunu) tezyid ediyordu. Genç kız, muzlim ve derin gözlerinin en tatlı bir nazarıyla Naşid’e bakarak dedi ki;
-Bir mesele çıkarmanın sırası mı Naşid? Bu türlü şikayetlere mahal vermemek daha makul olmaz mı?
Naşid bir müddet sükût etti. Tasavvurunu söyleyip söylememekte mütereddid idi. Behire yine o nazar-ı nûşin ile genç zabıtın harekâtını tedkik ediyordu. Ve şimdi o gözlerde gittikçe vadıh olan bir saye-yi endişe vardı. Naşid birdenbire durarak esrar âmiz bir tebessümle Behire’ye baktı;
-Acaba söyleyim mi? Soğuk kanlılıkla, sözlerimi ayrı ayrı muhakeme ederek dinleyebilecek misin?
-Niçin ketm etmeli? Bugün değilse yarın itiraf etmeyecek misin?
-Evet, fakat…
Naşid bir saniye tevakkufundan sonra Behire’nin yanına gitti;
-Birkaç zaman için ecnebi bir memlekette yaşamağa artık karar verdim. Bu küçük vakâ ağzına kadar dolu bir bardak suyun taşmasına sebeb olan tek damlaya benzedi. Ve içinde yaşadığım mütemadi tehlikeyi bana tamamen anlattı. Evet Behire, yarın beni sürmeyecekleri, öldürmeyecekleri ne malum? Kaçmalıyım, mutlaka kaçmalıyım. Kararım nagehani olduğu derecede kati’.
Behire anlamıyormuş gibi, mütehayyir gözlerle Naşid’e bakıyordu. Fakat yüreğinde kabaran telatum hissiyatı evvela izhar etmedi:
-Kararın mükemmel ama ben burada mı kalacağım?
Naşid münasip bir cevap vermenin güçlüğünü takdir ediyor, kendisini müşkil bir mevkide buluyordu. Zaten Behire, beklemeden ve gittikçe asabi bir lisan ile devam etti:
-Tabii değil mi ya! Bu da sorulacak şey mi? Behire hanım burada kalmayıp nereye gidecek? Naşid bey Avrupa’da birkaç sene gezer, eğlenir, nişanlısı da İstanbul’da onu bekler. Bey efendinin yollayacağı birkaç mektupla yani birkaç sadaka-i muhabbetle iktifa ederek muti’ ve vefakâr muttasıl bekler değil mi? Bundan sade ne olabilir?!
Behire’nin müstehzi sesinde güya zabt edilmiş bir hiddetin gizli ıslıkları hissolunuyordu. Naşid Behire’ye hak veriyor, senelerden beri hemen daima beraber yaşadıktan sonra böyle nagehan, gayr-u muayyen bir zaman için ayrılmanın pek kolay olmadığını tasdik ediyordu. Bahusus ki o günlerde, düğünün yakında olacağı ağızdan ağıza dolaşıyordu. Naşid şüphesiz azim bir teessürle gidecekti. Fakat ne yapabilirdi? Muhitinden artık o kadar nefret ediyordu ki ondan kaçmasa delirecekti. Buna katiyyen kani’ idi. O halde Behire’yi her ne olursa olsun teskin ve razı etmek elzemdi.
-İstihfafa lüzum yok Behire. Kararımın mühim sebebini epeyce düşün. Eminim hak vereceksin. Zira daima bir korku içinde yaşamayı sen de istemezsin. Esasen çok kalmayacağım. Ancak kendimi unutturuncaya kadar… bu zamanı da Batum’da amcamın yanında geçirmek şartıyla… Bu fırsattan bilistifade şimdiye kadar halledilemeyen aile işimizi de ihtimal-i tesviye ederim.
Naşid fikrini tamamıyla ifşa etmiyordu. Asıl maksadı <Amcamın nezdine gitmem lazım> diyerek kim bilir ne kadar güçlükle bir arada çıkartmak ve Batum’dan Paris’e gitmekti. Böylece hem İstanbul’un cehalet ve zulüm ile tefessüh etmiş ağır havasından kurtulacak hem de gaye-i âmâli dinecek kadar tefekkürlerinde mühim bir mevki tutan hülyasına kavuşacaktı. Paris’in o muazzam <Şehr-i Nur’un / Ville des Lumières / Işıkların Şehri’nin> hayat-ı sa’yi ve ezvâkına karışmayı eskiden beri istedi. Bugün o hülya bir hakikat olabilirdi ve olacaktı. Bunu kendi kendine tekrar va’d ederken Naşid Behire’yi unutuyor gibiydi. Hal bu ki işte onun nazarındaki mana-i tezyif bir şerare-i hiddet-i isyana munkalib olmuştu.
-Yeter, yeter… Anlıyorum, anlıyorum ki beni sevmiyorsun. “Behire adeta bağırıyordu” muhabbetin hakiki olsaydı tasmim ettiğin seyahatten yani iftirakımızdan lâkayıdâne bahis edebilir misin? Seven bir adam için gayr-ı muayyen bir zaman değil, üç dört gün bile asırlar kadar uzundur.
-Behire çocuk olma. Senden bu ibtidaî muhakemesiz lakırdılar beklemezdim.
Bunu söylemekle beraber Naşid’in samim ruhu Behire’ye hak veriyordu. Şüphesiz Naşid nişanlısını senelerden beri seviyordu. Onu takdir ediyor, mükemmel bir refika-i hayat telakki ediyordu. Lakin bu aşk değildi. Zira… Sanki Behire Naşid’in gizli düşüncelerini izah eder gibi devam etti:
-Aşkın karşısında muhakeme sükût eder. Fikirlerimi hayretle dinliyorsun. Onları vakti geçmiş sade dilâne nazariyeler addediyorsun. Doğru; yirminci asrın medeni bir delikanlısı efsanelerdeki yakıcı sevdaları andıran hissiyata tabii güler. Ezberlenmiş cümleleri aynı akşamda beş on kadına tekrar eden bir bey efendi için aşk ne olabilir? Bir eğlence… Aşkı bu tarzda görmek her halde pek muvafık ve elverişli olmalı. Sana gıbta ediyorum!
-Pek mübalağa ediyorsun Behire… Beni şahsiyeti olmayan fikirsiz ve hissiz gençlere, o biçare kuklalara benzetmek, zannediyorum büyük bir hatadır. Sen bu insafsızlığı nerede buldun?
-Aşkımda… Sen de benim gibi seveydin, bu halime hiç taaccüb etmezdin. Lakin yazık, pek yazık. Şimdiye kadar aldanmış, oyalanmışım…
Behire’nin sesinde bir ihtizaz-ı girye (ağlama titremesi) vardı. Pencerenin yanına giderek duvara sol koluyla dayandı. Ta uzakta, rengi solmuş mai bir atlas gibi serilen semaya ince ve beyaz minarelerini, esrar engiz kubbelerini âlâ ederek gecenin ağuş-u sükûnunda uyumaya hazırlanan İstanbul’un heyula-i muazzamına matuf büyük siyah gözlerden şimdi sâkit iki katre yaş akıyordu. Genç kız ağladığını göstermemek için Naşid’in yanından kalkmış, kendisini zabt etmeye çalışıyordu. Lakin mukavemetsiz bir ihtiyaç ile ruhunun acı serkeş elemi birbirini takip ediyordu. Hatta bir aralık yarı men’ olunmuş küçük bir hıçkırık akşamın esmer tülleriyle yavaş yavaş dolan odanın hazin sükûtunu hırpaladı.
-Ne?! Behire ağlıyor musun?
Naşid telaş ile oturduğu yerden fırlamış Behire’ye yaklaşmıştı.
-Demek bana emniyetin kalmadı. Demek bugüne kadar gösterdiğim delâil-i aşk tekmil unutuldu! Behire, beni bedbaht etme, namus ve muhabbetime katiyyen emin ol. Senden başkasını sevmedim ve sevemem. Zaten senin gibi bir enis ruh bulmak mümkün mü?
Genç kız, ağuş-u leyâle tedricen sokulan manzaraya gurub eden güneşin son servet-i elvanıyla parlayan ufka dalgın dalgın bakarak dinliyordu.
-İnan Behire sana daima ilelebed sadık kalacağım. Sen de işi fazla büyütüyorsun. Kısa bir iftiraktan ibaret. Bununla beraber bilsen ne kadar mükedder ve müteessifim! Batum’da muttasıl seni, güzel nişanlımı, onun musahhar siyah gözlerini düşüneceğim.
Naşid ricâkâr bakışıyla genç kızın masran firar eden nazarını arıyordu. Muvafık olamayınca mütereddid ve nevazişkâr dudaklarını o büyük siyah gözlere yanaştırdı, onları pür muhabbet birer bûse ile öptü:
-O gözlerin yok mu Behire, beni fena ediyor…
Behire mümanaât etmiyor, aynı vaziyette sâkit ve mütefekkir duruyordu.
-Artık barışalım olmaz mı? Behire’nin iyi kalbi fazla dargınlığı nasıl reva görür? Ricâ ederim, o dilnişîn tebessümünü esirgeme.
-Oh, bitti… Yalnız benimkine mukabele edecek bir bûse kaldı. Onu da lütfet de müsterih olayım.
Behire bir türlü razı olmuyor <ne güzel çocuk aldatmasını biliyorsun> diyordu.
-Peki Behire… Zaten daha birçok defa görüşür, anlaşırız ve gitmeden evvel nasıl olsa bûse-i affına nail olurum. Müsaâde edersen gideyim. Vakit pek geç. Validemi görmeden buraya gelmiştim. Zavallı kadın merak eder.
Naşid, Behire’nin elini öptü <yarın seni daha mülayim bulacağımı ümit ederim> diyerek odadan çıktı.
Behire hiç cevap vermemiş, karanlıkta bir heykel matem tarzında hareketsiz ve sâkit kalmıştı. Yalnız, düşündüklerini sanki icmal ederek kendi kendine mırıldandı:
-Aşk müthiş bir zehir… Erkekler hain birer canavar…
Bu metinde herhangi bir hataya muttali olur iseniz lütfen malumat@arapcadilbilgisi.com adresine bildirim yapınız.
Bir sonraki fasıl; “Köyde bir Balo

Ya Hâkim!

Ya Mu’in!